Blog post image

Küratörün Görevi I

By Editor | December 6, 2024 published-on

Küratörün Görevi I

Günümüz sanatında aslen ne iş yaptığı bir türlü tam olarak bilinemeyen bir aktör epeydir salınıp duruyor. Uzun zamandır sanatı bu aktörden âzâde tasavvur edemiyoruz. Sergiler, konuşmalar, etkinlikler onsuz olmuyor. Kendine her masada bir sandalye buluyor, her sanatçı atölyesinde bu aktörü görmeyi arzuluyor. Evet bu kimliği şüpheli aktöre küratör diyoruz. Anlamı bile muğlak olan bir kelime bütün bu muğlaklığı fırsata çevirip adına sanat dediğimiz pratiğin en işe yarar aktörlerinden birini temsil ediyor. Peki kimdir bu küratör, biraz tanımlamaya çalışalım.

Herhangi bir kavramın ne işe yaradığını anlayabilmek için onun etimolojisine bakmak ekseriyetle faydalı olur ama küratör kelimesinde bu yöntem biraz aksıyor. Ben yine de etimolojiden ve tarihten yardım alarak küratörün kim olduğunu bizden saklayan giz perdesini biraz aralamaya çalışacağım. Küratör kelimesi bizi Latince ihtimam, ilgi göstermek anlamına gelen "Cura" kelimesine götürüyor. "Cura" aynı zamanda İngilizcede hâlâ kullanılan Türkçede de "kür" olarak daha dar bir anlamı karşılayan iyileştirme, şifa verme gibi anlamlara gelen "cure" kelimesinin de kökeni. Bu bağlamda ele alındığında küratör bir canlıya ihtimam gösteren, onu hastalığından kurtaran kişi demek. Peki nasıl canlılarla, bedenlerle ve hastalıklarla ilintili bir kelime sanata çengellenmiş hatta onun asli öğelerinden biri haline gelmiş? Sanatın bir hastalığı mı var? Sanat biz ona ihtimam göstermeyeceksek ölecek mi? Bu soruya cevabım, evet. Yazının sonunda da bu cevabı haklı kılmaya çalışacağım.

Küratörlük işinin tarihine şöyle bir bakınca böyle bir rolün Fransız Devrimi'yle kamuya açılmış olan müzelerde sanat eserlerinin bakımıyla uğraşan kişiler için yazıldığı görülüyor. Küratör buradan bakınca kelimenin etimolojisine de uygun olarak sanat eserlerinin zamanın yıpratıcı etkileri karşısında hırpalanmalarını engelleyen, onları bir nevi iyileştiren kişi oluyor. Yine de bu aktörün günümüzdeki işlevi sanat eserlerinin maddi bileşenlerine özen gösteren kişiler olmanın fersah fersah ötesine uzanıyor. Günümüzde küratörlük, sergilenecek sanat eserlerini seçen, seçtiği eserleri kurgulayan, böylece de bu eserlerin tesir gücü yüksek bir deneyim yaratacakları ortamı mümkün kılan güçlü bir konuma evrilmiş durumda. Handiyse küratörler sanat dünyasının anahtarlarını ellerinde tutuyor ve haliyle bu rolü üstlenenler küratörlüğün bünyesinde barındırdığı bu güçle bazen ilgiyi fazlasıyla üzerlerine çekip bir "star" gibi muamele görseler de bazen de kendilerinden nefret edilen kibirli figürler olarak hedef tahtasına yerleştiriliyor.

Aşikâr ki küratörlüğe ve küratörlere karşı duygularımız hep karışık ve elbette herkesin bir post peşinde olduğu dünyamızda küratörün de sanat üzerinden güç devşiren bir parazit mi yoksa sanatın asli öğelerinden bir mi olduğunu sorgulamak görevimiz. En sonda söyleyeceğimi şimdiden söylemem gerekir ki ben benzer sorgulamaların sonunda küratörlüğün sanat için elzem olduğu kanaatine vardım. Bu kanaatimi de doğrulamak için kelimenin kökeni ile günümüzdeki anlamı arasında spekülatif bir bağ kurmak niyetindeyim. Şayet küratörün görevi sanatı iyileştirmek ise şunu iddia edebilirim ki sanat özerkliğini ilan edip insanın hayatında şöyle ya da böyle bir işlevi olan bütün pratiklerle arasına mesafe koyduğu 18. yy'dan beri hasta hatta denilebilir ki tüm o ihtişamına ve başarılarına karşın sanat hasta doğmuş bir çocuk, mütemadiyen bakıma muhtaç. Küratör bu bakımı sağlayan, sanatı yaşar kılmakla yükümlü olan kişi.

Sanatın hasta bir tabiata sahip olduğunu söylemek ilk başta bir hadsizlik olarak gelebilir ama bu düşüncemde ısrarcıyım. İnsan evladı nasıl ki dünyada ilk belirdiği anda hasta idiyse ve sonra da fıtratında bulunan bu hastalığı tedavi etmek için adına medeniyet dediği kendi dünyasını kurduysa, estetik nesneler de gündelik hayatın içinde uhrevi veya dünyevi türlü amaçlara hizmet eden pratiklerin birer parçası olmaktan sıyrılıp sanat eseri olarak özerkliklerini kazandıkları anda hastalandılar. Ne zaman ki sanat eserleri kendi otantik ortamlarından koparılıp müzelere doluşturuldular ya da bu otantik ortamların bizzat kendileri işlevleri dışında kullanılıp birer müzeye dönüştü şimdi adına sanat dediğimiz dönemin imgeleri de onlara can veren auralarından oldular.

Örnek vermek gerekirse, Rönesans döneminin imge üretiminin çoğunluğunun dini ritüellere hizmet etmek için gerçekleştirildiği sıkça dillendirilen bir olgu, dolayısıyla bu dönemin eserlerinin de ancak din tarafından kuşatıldıklarında canlı olduklarını, ancak dinin tesis ettiği bir alanda onlara bakanlarla konuştuklarını, ancak böyle bir atmosferde izleyicilerinin hayatlarında biz ziyadesi ile seküler olanların anlamasının had safhada zor olduğu tesirler bıraktıklarını elimizden geldiği kadar tasavvur etmemiz gerek. Michelangelo Kıyamet Günü freskini Sistin Şapeli'ne sadece seyredilsin diye yapmadı. Kıyamet Günü ancak yerleştiği mekânın işleviyle bütünleştiğinde ve ancak içinde yeşerdiği kültürün havası teneffüs edildiğinde etkisini tam olarak gösterebiliyordu. Biz modernler Kıyamet Günü'nü onu saran bütün bu atmosferden koparıp bir sanat eseri olarak görmeye başladığımızda onu hastalandırdık. Evet Kıyamet Günü'nü bir müzeye taşıyamadık ama Sistin Şapeli'ni bir müzeye çevirdik.

Elbette pek çok eser Kıyamet Günü kadar şanslı değildi ve ait oldukları yerlerden ya da bağlamlarından sökülüp korunmak için salonlara hatta depolara dolduruldu ve tabii ki tıpkı doğal ortamlarından zorla uzaklaştırılmış egzotik çiçekler gibi hastalandı. Sanat imgelerin hayatın bağrından koparılmasıyla oluştu, sanat işte tam da bu yüzden mütemadiyen oksijen çadırlarında yaşamaya, mütemadiyen hassas bakıma muhtaç. Şimdi açıkça söyleyebilirim ki müzeler hasta sanat eserleriyle dolu hastaneler ve elbette kıymetli hastalara ihtimam gösterecek, onlara şifa verecek birileri şart. İşte biz bu kişilere küratör diyoruz. Ya da hastalık metaforundan biraz uzaklaşırsak küratörler şöyle ya da böyle hayatla bağı koparılmış imgelere bir yaşam alanı açmaya, onların her daim yeşil kalıp sürekli çiçek açabilecekleri bir ortamı mümkün kılmaya çalışan bahçıvanlar.

Gelecek haftaki yazımda küratörlük ve bahçıvanlık arasında kurduğum alegoriyi biraz daha açmaya çalışacağım.

Murat Alat

Yazar Hakkında

Murat Alat: 1983 İstanbul doğumlu yazar. Orta öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde gördü. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Halka İlişkiler Bölümünden lisans, Sinema Televizyon Bölümünden yan lisans ile mezun oldu. Yüksek Lisansını aynı üniversitenin Kültürel incelemeler Bölümü'nde tamamladı.

Sanat eserlerine yatırım yapmanın tam zamanı.
Platformumuz sizi dünyanın önde gelen sanatçılarının eserleriyle buluşturuyor.
2025 - BeArtShare - Tüm hakları saklıdır